Ana içeriğe atla

Patrick Modiano - Yıkıntı Çiçekleri Kitap Alıntısı

Arkamdaki müzik kutusunda bir İtalyan şarkısı duyuluyordu. Havada bir yanmış lastik kokusu vardı. Jourdan Bulvarının ağaçlarının yaprakları arasından bir kız ilerliyordu. Sarı kâkülü, elmacık kemikleri ve yeşil elbisesi bu ağustos gününün öğleden sonrasında insana serinlik veren biricik şeylerdi. Yaşam, en basit haliyle, burada, güneşin altında dururken, çözümsüz gizemleri çözmeye uğraşmanın ve hayaletlerin peşinden koşmanın ne anlamı vardı ki? Yirmi yaşındayken, Pont des Arts Köprüsünden, Seine Nehrinin sol yakasından sağ yakasına geçerken kendimde bir rahatlama hissederdim. Gece çoktan bastırmış olurdu. Institut'nün kubbesinin altından Çobanyıldızı’nın parladığını görmek üzere, son bir kez, arkamı dönerdim. Sol yakanın tüm mahalleleri Paris'in taşrasıydı. Sağ yakaya vardığım andan itibaren hava bana daha hafif görünürdü. Bugün, Pont des Arts Köprüsü’nden geçerken neden kaçtığımı düşünüyorum. Belki erkek kardeşimle birlikte tanıdığım, ama onsuz artık aynı şeyi ifade etmeyen, mahalleden kaçıyordum: Pont-deLodi sokağındaki okul, ödül törenlerinin yapıldığı VI. Bölge Belediyesi, Cafe de Flore'un önünde beklediğimiz ve bizi Boulogne ormanına götüren 63 numaralı otobüs... Uzun süre, Sol yakanın sokaklarında dolaşırken bir rahatsızlık duymuşumdur. Şimdi, sanki bir bombardıman sonrası tek tek, taş taş üstüne, yeniden kurulmuş ve ruhunu yitirmiş gibi, mahalleye karşı kayıtsızım. Oysa, bir yaz günü öğleden sonra, Cardinale sokağının köşesinde, bir şimşek çakmışçasına, turistlerin olmadığı zamanların Saint-Tropez'ini andıran çocukluğumun Saint-Germain-des-Prés'sinden bir şeyler bulur gibi oldum. Kilise Alanından Bonaparte Sokağı denize doğru iniyordu. Pont des Arts' dan geçtikten sonra, Louvre'un kubbesinin altından geçiyordum. Burası da, uzun zamandır aşina olduğum bir mekândı. Bu kubbenin altında, geçidin sol tarafından bir mahzen, sidik ve çürümüş tahta kokusu geliyordu; buralara gitmeye asla cesaret edemezdik. Günışığı, kirli ve örümcek ağlarıyla kaplı bir camdan girer, bir yığın yıkıntı, kiriş ve eski bahçıvan aletlerini yarı gölgede bırakırdı. Buralarda fare olacağından emindik ve Louvre'un avlusunda açık havaya bir an önce çıkmak için adımlarımızı hızlandırırdık.
Bu avlunun dört köşesinde, birbirinden ayrık kaldırım taşlarının arasından otlar fışkırırdı. Burada da molozlar, taşlar ve paslı demir çubuklar olurdu. Carrousel avlusu, iki küçük alanı çerçeveleyen sarayın kol binalarının dibindeki taş banklarda çevriliydi. Bu banklarda kimse oturmazdı. Bir biz, bir de bazen bir berduşun dışında. Birinci alanın ortasında, heykelin bile görünmesini güçleştirecek kadar yüksek bir kaidenin üzerinde General La Fayatte göğün derinliğinde yitip giderdi. Bu kaidenin çevresinde düzeltilmemiş bir çim vardı. Herhangi bir bekçinin gelip bizi cezalandırma korkusu olmaksızın uzun otların arasında oynayabilir ya da yatabilirdik.
İkinci alanda, ağaçlıkların arasında, yan yana iki bronz heykel vardı: Habil ve Kabil. Parmaklıklar, İkinci İmparatorluktan kalmaydı. Ziyaretçiler Louvre Müzesi’nin girişinde üst üste yığılırlardı, ama bu terk edilmiş alanlara gelen çocuklar yalnızca bizlerdik. En gizemli bölge, Flore binasında son bulan, güney bölümü boyunca uzanan Carrousel bahçelerinin sol yanıydı. Burası, bahçelerden bir parmaklıkla ayrılan ve kenarlarında sokak lambaları bulunan uzun bir yoldu. Louvre'un avlusunda olduğu gibi, burada da kaldırım taşlarının arasında yaban otları bitiyordu, ama bu kaldırım taşlarının çoğu yok olmuş, yer yer geniş toprak parçalarının çıplaklığı ortaya çıkmıştı. Tepede, sarayın bir kanadının oluşturduğu bölümde bir duvar saati vardı. Saatin arkasında ise Zenda mahkumunun hücresi. Carrousel bahçesinde gezinenlerden hiçbiri bu yola sapma cesaretini gösteremezdi. Biz, öğleden sonraları bazen gün boyu, kırık havuzlar ve heykellerin, taşların ve dökülen yaprakların arasında oynardık. Duvar saatinin akrebiyle yelkovanı hiç hareket etmez, sürekli beş buçuğu gösterirlerdi. Bu hareketsiz akrep ve yelkovan bizi derin ve huzur verici bir sessizlikle kuşatırdı. Bu yolda kaldığınız sürece, hiçbir şey asla değişmeyecekmiş gibiydi. 
Rivoli Sokağına giden kubbenin sağ tarafında, Louvre'un avlusunda bir polis karakolu vardı. Bir polis kamyonu da yakın bir yerde park ederdi. Üniformalı memurlar, sarı bir ışığın sızdığı yarı açık kapının önünde dururlardı. Kubbenin altında, sağ tarafta, karakolun ana giriş kapısı bulunurdu. Benim için burası, sol yakadan sağ yakaya geçişteki sınır karakolu demekti ve geçerken, cebimde, gerçekten kimliğimin bulunup bulunmadığını kontrol ederdim. 
Louvre Mağazaları boyunca Rivoli Sokağının kemerleri. Palais-Royal Alanı ve buradaki metro istasyonunun girişi. Buradan, art arda, deri tabureleriyle lostra salonlarının, yalancı takı vitrinlerinin ve hediyelik eşya mağazalarının bulunduğu bir koridora girilirdi. Şimdi yolculuğumuzun amacının ne olacağını saptamak yeterliydi: Montmartre mı, yoksa batı bölgesindeki mahalleler mi? 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

Zeynep Sahra - Elmalı Turta

Merhabalar Zeynep Sahra'nın Ayçöreği hikayesi Elmalı Turta ile son sürat devam ediyor. Öncelikle yeniden belirtmek istiyorum bu kitap Ayçöreğinin devam kitabı. Yani öncelikle Ayçöreğini okumalısınız.

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Cahit Sıtkı Tarancı - Kırık Bir Aşk Hikayesi

Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur bir şiiri var, " Abbas" adında.

Yeni Bir Yıla Merhaba Derken....

 

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Naime Özeren - 23 Nisan

Bir Yaprak Sarması Meselesi