Tuhaf ve kaygı verici bir boşlukta dalgalanıyordum. Yaşamım, tıpkı sallanan bir dişin, dişeti boşluğunda sadece alışkanlık üzere durduğu gibi “temeli çürümüş” görünüyordu. Dille yapılacak en ufak bir basınç onu dişetinin kanlı ve yumuşak deliğinden fırlatıverirdi.
Hesapta olmayan bu durum karşısında şaşırmış bir halde bir taksiye binip, kürkçü dükkânıma döndüm. Bir elimde valizim, ötekinde el çantam, dizimle bahçe kapısının parmaklığını iteledim ve ağaçların çevrelediği yola daldım. Nemli kasım gecesi bastırmıştı, ama sokak lambalarının su yeşili ışığı yeri çok güzel aydınlatıyordu. Ayağımın ucuyla bir kuru yaprak yığını ittim ve bu sırada ince mantarların oluşturduğu bir öbek ilişti gözüme. “Hava tam mantar havasıymış,” diye düşündüm. Evin içerisi hüzün verici. Tanrım, ben yola çıkmadım mı? Peki burada işim ne? Buzdolabı tamtakır. Televizyon çalışmıyor. Bir süre ıssız odalarda dönenip duruyorum, odalar öylesine düzenli, öylesine derli toplu ki ister istemez kendimi davetsiz misafir gibi görüyorum. Le Sueur Sokağı’nda gece yarısına kadar açık olan küçük lokantaya gidip bir parça bir şeyler yemeyi düşünüyorum, sonra bu düşünce beni korkutuyor. Sonunda soyunup yatıyorum.
“Hava tam güz mantarı havasıymış.” Evet, çünkü keçimantarı her ne kadar bir ilkbahar mantarıysa da, biraz daha bodur, biraz daha esmerce, ama ötekinden lezzet bakımından hiç de geri kalmayan bir sonbahar türü de vardır. Biraz önce gördüğüm mantarları getiriyorum gözlerimin önüne. Çocukluğumu düşünüyorum. Savaş sırasında sekiz, dokuz, on, on bir, on iki yaşlarındaydım. Bir Bourgogne köyünde papaz evinde oturuyorduk. Doğru dürüst geçinemiyorduk, ama bu sefalet yıllarında pek halimizden şikâyet edemiyorduk. Köylülerden arta kalan yiyecekleri toplamak için altımda bisiklet, evle tarlalar arasında mekik dokuyordum. Bisikletin selesine bağlanmış römorkun verdiği korkunç ağırlığı da, kısa bir süre sonra lastik tekerleklerin yerini alan mantar şeritlerin sertliğini de unutmam mümkün değil. Kasaba okuluna gidiyordum ve kılığım ve konuşmam burjuva kökenimi o saat ele verdiğinden, orada bir sürü sitem ediliyordu bana. Gerçek dostum, yalnızca iflah olmaz tembel, “kötü adam” olan, ama avcılığına toz kondurulamayan Ernest idi. Ah o çocuk, tavşanlara tuzak kurmak, karatavuklara kapan hazırlamak ya da Ouche Irmağı’nda eliyle alabalık yakalamakta üstüne yoktu doğrusu! Kim bilir kaç kez onun sayesinde soframızı zenginleştirmişimdir! Bunun karşılığında annem, kullanmadığımız giysilerle ayakkabılarımızı ona veriyordu. Her şey üzerine harika uyuyordu ve şükran duygularıyla ölümsüzleşmiş görünen eskilerimizi giyiyordu durmadan. Mantarlar onun uzmanlık alanına giriyordu. Dediğine bakılırsa öğretmen masasının altında bile mantar bulmuş ve gayet de lezzetliymiş! Kuramsal açıdan bu konuda hiçbir bilgisi olmamasına rağmen, zehirli mantarı yenilir mantardan içgüdüsel olarak şaşmaz bir kesinlikle ayırıyordu. Gelgelelim bir hassas yanı vardı: Fikrini almak istediğiniz mantarları kendisine bir mendil ya da bir sepet içerisinde göstermemeniz gerekiyordu. Eğer öyle yapılmışsa, başını sallıyor, bir şey söylemeye yanaşmıyor, bilgisizliğini itiraf ediyordu. Mantar dediğin ancak ve ancak yetiştiği alanda, henüz kimsenin eli değmeden tanınabilirmiş. Böyleydi Ernest.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim.