Lou Andreas-Salomê Volga
İçine mutluluk veren bir coşku yayıldı. Kollarını kaldırarak gür saçlarını çözdü ve gözlerini örtecek biçimde öne doğru savurdu. “Bir ağaç olsaydım, tepemde yapraklarım, dört bir yana açılan, salınan, çiçek açan dallarım olsaydı,” diye düşündü ve büyülenmiş gibi, gülümseyerek yüzünü örten saç yığınının arasından aynaya bakmaya devam etti.
Hiçbir zaman bir ağaç olamayacaktı elbet, bir bulut, bir dalga da olamayacaktı. Yine de tüm damarlarından bir şeylerin uysal bir sıcaklık gibi, özlem dolu bir güç gibi ağır ağır aktığını, fısıldadığını hissediyordu, sanki rüzgârın, suyun, gün ışığının ve yeryüzünün tüm mucizelerinin yaptığını yapabilecekmiş gibi - ve kendini bütün bunlarla gizliden gizliye akrabaymış gibi hissetti. Dışarıdaki dünyada sürekli kendine akraba varlıklarla karşılaşmıyor muydu; onlar sessizdiler, kendisini seyrediyorlardı sadece - bugün gördüğü ve hayran olduğu her şeyde kendini yüz binlerce kardeşiyle kuşatılmış gibi hissetmemiş miydi?
Bu yolculuk için, karşılaşacağı yenilikler ve zenginlikler için, epey tedirgin bir sevinç duymuştu; bugün de gemide dışarıya çıkmak, yaşamak, devinimde olmak için heveslenirken bir tutsak gibi tedirgindi yine. Ama şimdi öyle geliyordu ki tedirginliği bütün bunlara yönelik değildi hiç ve en güzeli de dışarıda sessizce durmak, kendini tümüyle bırakmak -var olan her şeye kendini teslim etmek- olurdu.
Ani ve açıklanamaz bir üzüntünün yol açtığı son derece tuhaf bir duyguyla altüst oldu; ürkütücü bir şeydi bu, daracık kamaranın içinde yalnız kalmaktan korktu neredeyse.
Pencerenin yanındaki geniş divana büzüldü, jaluziyi kaldırdı ve başını yumuşak ve serin gece havasına doğru dışarı uzattı.
Aydınlık gecede değişen bir şey olmamıştı, nesneler tarafından tümüyle soğurulan ve şimdi onların içinde uyuyan bir güneş gibi hem ışıklı hem de ışıltısızdı gece.
En uzaklara kadar, en küçük ayrıntıya kadar her şey çok net görünüyordu, bir aydınlatma yapılmış olsaydı bu etki elde edilemezdi, daha fazla bir netlik sağlanamazdı.
Yine de her şeyin üstünü örten tuhaf bir renksizlik vardı. Bu karanlığın, “Şimdi örtümü renklerin üzerine seriyorum, ama altında hepsi varlığını sürdürüyor!” demesi gibi değildi. Hayır, bu renklerin kendilerinin birbirleri ardından usulcacık uzaklaşmaları gibiydi – sessizce ve sanki her şey bunu iyice vurgulayan aydınlığın içinde renksizleşip kalmışçasına. Böylece öncekinden farklı nesnelere -gizemli bir dünyanın nesnelerine- dönüşüyorlardı.
Artık güvertede kimse kalmamıştı neredeyse. Her şey sadece Lyubov için, ona görünür kalmak için çabalıyordu sanki; bu gizemli ve başka dünya sadece onun için beliriyordu. O sırada bir yerlerde birilerinin alçak sesle konuştuğunu duydu.
Sanki bir anda bütün güverte yabancı insanlarla dolmuş ve kendilerini ilgilendirmeyen şeylere kulak kabartıyorlarmış gibi korku ve utanca kapıldı. Dağınık saçlarını
ve çıplak boynunu telaşla pencereden uzaklaştırarak jaluziyi tekrar indirdi.
Şimdi içerisi karanlıktı, beyaz geceyi görmüyordu artık. Fakat onu ürkütüp kaçıran, dışarıdaki her şeyden, dışarıdaki yüzlerce kardeşinden koparan sesleri hâlâ duyuyordu.
Kaptan’ın sesiydi bu ve bir başkası daha vardı.
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim.