“Aslında kendime karşı utanç duymamı gerektiren belli bir
şey de yok,” dedi. “Hiçbir şey. İçimi dökmek için konuştuğumu da sanmayın. Ama
insanlığı düşününce rahatım kaçıyor.”
Taptaze bir
vicdanı olmasını istiyordu -kendisi böyle diyordu: Taptaze, öyle bir vicdan ki
her zaman yerine getirmekte olduğu görevlerinin dışında başka sorumluluklar,
insanlara karşı yeni, daha yüce ödevler yüklensin. Çünkü her zaman yerine
getirilen ödevler insanın içini rahatlatmaz olmuştu. İnsan hiçbir şey
başaramamış gibi oluyordu bu durumlarda. Kişi kendi kendisini hoşnutsuzluk ve
hayal kırıklığı içinde bırakıyordu.
“Ben, insanlığın
yeni bir şeye hazır olduğuna inanıyorum,” dedi. “Yalnız hırsızlık etmemeye,
adam öldürmemeye, iyi bir vatandaş olmaya değil… Bunun ötesinde başka bir şeye.
Yeni ve başka ödevleri yüklenmeye hazır olduğuna inanıyorum insanlığın. Bizim
içimizde duyduğumuz da bu, sanıyorum, başka ödevler yüklenme isteği, yeni işler
başarma isteği. Yeni bir duyarlıkla vicdanımızın bize gösterdiği yeni işler
başarma isteği.”
Konuşmasını
burada kesince Catanialı atıldı:
“Doğru,” dedi. Sonra gözlerini
kocaman ayak parmaklarına dikti. “Evet,” dedi. “Bence doğru söylüyorsunuz.”
Kunduralarına
bakmaya devam ediyordu. Sağlıklı, kanlı canlı bir görünüşü olsa bile, güçlü ama
evcilleştirilmiş bir hayvanın, bir at ya da bir öküz gibi bir hayvanın hüzünlü
havası vardı onda. Yeniden, hastalığına bir ad bulunmuş gibi inanmış bir sesle,
“Evet, doğu,” dedi. Gene de kendisiyle ilgili bir şey anlatmadan sormakla
yetindi:
“Siz, profesör
müsünüz?”
“Profesör mü? Ben mi?”
diye hayret etti Koca Lombardialı.
Lombardialının
yanında oturan ihtiyarcık da o kurumuş yaprağa benzeyen gövdesinden kopmuş sesiyle,
“Heh,” deyip varlığını belli etti. Ağzından birtakım sözler çıkan kurumuş bir
hasır parçasıydı sanki.
“Heh, heh,” diye
güldü iki kere.
Kaplumbağanın
dış kabuğunu andıran kara, derimsi yüzünde gülen gözleri pırıl pırıldı.
“Heh,” dedi ağzı
kumbara deliği gibi aralanarak.
Koca Lombardialı
ona dönerek, “Gülecek bir şey yok dedecik, gülecek bir şey yok,” dedi.
Yeniden, en
baştan başlayarak hikayesini anlatmaya koyuldu: Messina yolculuğu,
Leonforte’nin üst taraflarına düşen toprakları, -kendi deyimiyle- biri
öbüründen güzel üç kız çocuğu, heybetli ve kurumlu atı, insanlarla anlaşamayan,
onlarla anlaşmak için yeni bir vicdanın ve yeni ödevlerin yüklenilmesi
gerekliliğini duyan kendisi hakkında konuştu. Bu sözlerden çoğu, zaman zaman
doğrudan doğruya Koca Lombardialıya bakıp ıslığa benzeyen o cılız sesiyle,
“Heh,” deyip, gülen ufak ihtiyara söylenmişti.
“Peki ama
neden?” dedi Koca Lombardialı birden ihtiyara. “Neden böyle rahatsız bir
şekilde oturuyorsun? Şunu arkaya kaldırabiliriz.”
Böyle diyerek
ihtiyarcığa tehlikeli bir şekilde tüneyip dururken arkasında destek olan tahta
kol desteğini kaldırıverdi. “Bu kalkar,” dedi Koca Lombardialı.
İhtiyar dönüp
yukarı kaldırılmış kol desteğine baktı ve birkaç kere, “Heh, heh,” dedi. Sonra
yeniden kendine sıkıntı veren oturuş biçimini aldı. Küçük sert derili eliyle
kendi boyundaki bir bastonun yılan başı biçiminde oyulmuş sapını kavramıştı.
İhtiyar kol
desteğine bakmak için döndüğü zaman yılanın başını gördüm, sonra da sapın
ağzında yeşil bir şeye gözüm takıldı, portakal dalının ucunda üç yeşil
yaprakçık. İhtiyar da beni görmüştü, yeniden “Heh,” dedi. Dal parçasını yılanın
ağzından alıp yılanınkinden pek de farklı olmayan kendi ince ağzının içine
soktu.
Koca Lombardialı orada oturanların hepsine birden dönerek, “Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”
Koca Lombardialı orada oturanların hepsine birden dönerek, “Bence asıl mesele şu,” dedi. “Artık ödevimizi, ödevlerimizi yerine getirmek bizi tatmin etmiyor. Onları yerine getirmek bir çeşit duygusuzluğa yol açmakta, ödevler yerine getirildikten sonra içimizde bir rahatlama olmuyor. Sebebi de bu ödevler artık çok eskimiş şeyler, çok eski ve çok kolaylaşmış sorumluluklar. Bunlar gerçek vicdanın ihtiyaçları değil artık…”
“Gerçekten hoca
değil misiniz?” diye sordu Catanialı. Boğa gibi sağlıklı, boğa gibi hüzün dolu
bir duruşu vardı; durmadan kunduralarına bakıyordu.
“Ben mi
hocaymışım?” dedi Koca Lombardialı. “Bende profesöre benzer bir taraf var mı?
Cahil değilim elbette. Canım isterse elime bir kitap alıp okuyabilirim, ama
profesör değilim. Çocukluğumda Salesiano’ların okuluna göndermişlerdi, ama
profesör değilim.
Böylece
Catania’dan bir önceki istasyona varmış olduk. Kara taştan Catania şehrinin dış
mahallelerine varmıştık bile. Kuru hasır parçası gibi, “Heh, heh,” diyen
ihtiyarcık birden kalkıp trenden indi. Catania’ya girdiğimizde de tren yolunun
aşağısında kalan kara taşlı binaların doldurduğu sokaklarda güneş parlıyordu.
Catania istasyonunda durunca, Catanialı ile birlikte Koca Lombardialı da indi.
Ben de pencereden bakarken Bıyıklı’yla Bıyıksız’ın da inmiş olduklarını gördüm.
Aslında herkes
inmişti, yolculuğumuz bu sefer güneşin altında, boş vagonlarda yeniden başladı,
ben de onlarla neden inmediğimi düşündüm.
alıntı ilginç değişik. italyan yazarları severiiim :)
YanıtlaSilDeep;
SilBeğenmene sevindim :)