Ana içeriğe atla

David Grossman - Bir At Bara Girmiş Kitap Alıntısı

Durup koltuğun sırtına yaslanıyor. Sırık gibi kadına dönerek, anlama güçlüğü çeken bir çocukla konuşurcasına, “Cenaze dedim, ablacım” diyor. “Acımı biraz olsun paylaşmayı çok mu görüyorsun bana tatlım? Bir tutam merhamete ne dersin? - bu sözcüğü acaba hiç duydun mu Lady Macbeth? Merhamet! Sonuçta burada ölümden bahsediyoruz hanım! Vee alkışlarınız ölüm için gelsin!” Sesi birden korkunç bir gürlemeyle tutuşuyor, kollarını uçak gibi iki yana açarak sahnede oradan oraya koşuyor, derken kollarını başının üstüne kaldırıyor, seyirciyi de kendisine katılmaya teşvik ederek ritmik bir şekilde el çırpmaya başlıyor: “Alkışlarımız ölüme!” İnsanlar huzursuzca gülüyor: bu slogan kulaklarını tırmalıyor, sinirlerine dokunuyor, sahnede bağırarak oradan oraya koşturan adam sinirlerine dokunuyor. Onu izledikçe gözleri bulanmaya başlıyor, ben bu düzeneği çözdüm artık: kendisini gaza getirip cinnet haline sokuyor ve böyle yaparak seyirciyi de gaza getiriyor. Önce kendini yakıyor, sonra ateşiyle onları da tutuşturuyor. Bunun nasıl olup da işe yaradığını tam anlayamıyorum, ama işe yarıyor. Havadaki, bedenimdeki titreşimleri ben bile hissedebiliyorum; belki de ilkelliğini böylesine kucaklayan bir adam karşısında kayıtsız kalmak zordur, diye izah etmeye çalışıyorum durumu kendime. Ama bu da gırtlağıma kadar gelip dayanmış ve her an biraz daha şiddetlenen o haykırma dürtüsünü açıklamaya yetmiyor. Sağdan soldan tük erkek sesi slogana katılıyor - yalnızca erkekler ama. Belki de adamı susturmak, böğürtüleriyle onun sesini bastırmak için yapıyorlar bunu, ama çok geçmeden kendilerini onunla birlikte avaz avaz bağırırken buluyorlar. Bir şey onları ele geçirmiş adeta - o ritim, o delilik hali belki. “Alkışlarımız ölüme!” diye bağırıyor, ter içinde, nefes nefese, yanakları marazlı bir kırmızıyla alev alev. “Yeri göğü inletelim!” Diye haykırıyor tiz bir sesle ve gençler, özellikle de askerler kollarını havaya kaldırıp el çırparak onunla birlikte gürlüyorlar, adam alaycı gülümsemeler saçarak onları teşvik ediyor. Şimdi iki motosikletçi de avazları çıktığı kadar bağırıyor, bu kez birinin kız birinin oğlan olduğunu anlamayı başarıyorum, belki de ikizler ve o keskin yüz hatlarıyla adamı izlerken onun hareketlerini gözleriyle bütün bütün yutan iki yırtıcı hayvan yavrusuna benziyorlar. Barın yakınında oturan çiftlerin arasında da bir kıpırtı var, hatta adamın teki  sandalyesinin üstünde dans etmeye başlamış. Çehresi külrengi, avurtları çökmüş sıska bir adam, “Alkışlarımız ölüme!” diye çığlık çığlığa bağırarak havaya kaldırdığı ellerini çılgınlar gibi sallıyor. Solaryum bronzu üç ihtiyar hanım da kopmuş, cılız kollarını havalara savurup bağırıyor, bir yandan da zembereğinden boşanmışçasına, gözlerinden yaş gelesiyle gülüyorlar. Dovaleh'e gelince hepten tozutmuş, bir cinnet halinde makineli tüfek gibi el çırparak o çılgın tempoyu sürdürürken yel yepelek bir oraya bir buraya koşturuyor, kalabalık çığırından çıkmış o deliliğin dümen suyunda kapılmış halde kahkahadan kırılıyor. Çevremde kadınlı erkekli, kimi genç, kimi ihtiyar altmış-yetmiş kişi var ve hepsininde ağzı o aynı zehirli patlayan şekerle dolu - önce beceriksizce bir mırıldanmayla, etraftakilere yan gözle bakmaya başlıyor her şey, derken bir kıvılcım çakıyor, herkesi teker teker sıradan geçirerek tutuşturuyor, gırtlaklar avaz avaz bağırmaktan şişiniyor ve daha saniye geçmeden asla sırtı yere gelmeyecek o yegâne saffa katılmanın telaşıyla, birer aptallık ve özgürlük balonu halinde yerçekiminden kurtulup havaya yükseliyorlar: Alkışlarımız ölüme! Artık seyircinin neredeyse tamamı bağırmakta ve alkışlarıyla tempo tutmakta, aslında bende onlara katılmış durumdayım, en azından içimden - neden sadece bu kadarla kalıyorum? Neden daha fazlası gelmiyor elimden? Neden bir kez olsun izin kullanıp kendimden, son birkaç yılda benimsediğim o nemrut surattan, tuttuğum gözyaşları yüzünden daima kırmızı olan gözlerimden kaçamıyorum? Neden bir sandalyenin üzerine sıçrayıp alkışlarımız ölüme, diye bas bas bağırarak kendimden geçemiyorum? O ölüm ki sahiden, gerçek anlamda, yaşama tutkusuyla, hayat sevinciyle sevdiğim biricik kişiyi yalnızca altı siktirici hafta içinde elimden koparıp almayı başarmış… yüzünü; güzelim dupduru, bilge alnı, kalın telli -salak gibi, hayata sıkı sıkıya tutunuşunun bir kanıtı olduğuna inandığım- gür saçlarının kökleriyle bezeli o değimi, apaydınlık yüzünü ve dans edercesine devinen o geniş, iri, cömert bedeninim -sakın ola bu sıfatların tekini bile silmeye yeltenme- ilk gördüğüm andan itibaren sevdiğim kişiyi… Banda öyle büyük bir şifa olmuştun ki, beni köşeye kıstıran o yavan bekârlığıma, kişiliğimin neredeyse bütünüyle yerine geçmiş olan o sözde ‘türel şahsiyet’e, sensiz geçen yıllarda kanımda biriken hayat karşıtı antikorların tamamına öyle büyük bir şifa olmuştun ki herşeyinle bana gelerek - 
Sen ki -halen daha, yazarken sözcüklere nihai bir meşruiyet vermeye karşı fiziksel bir alerjim var, hepi topu bir peçetenin üzerine yazıyor olsam da böyle- benden on beş yaş gençtin, şimdi on sekiz yaş gençsin benden, her geçen gençleşiyorsun.
Sen ki, evlenme teklif ettiğinde bana daima bana sevecen gözlerle bakmaya söz vermiştin. Sevgi dolu bir tanığın gözleriyle, demiştin. Hiç kimse hayatta bundan daha güzel bir şey söylemedi bana. 
“Benden bebekler peydahla, ey ölüm” diye haykırıyor ve şişeden çıkmış bir cin gibi hoplayıp zıplıyor; yüzü yangın yerine o dönmüş, terden sırılsıklam. Kalabalık çığlık çığlığa, kahkahadan kırılarak tekrarlıyor dediklerini, derken bir kez daha gürlüyor: “Ölüm, ey ölüm, sen kazandın! En büyük sensin! Al bizi ey ölüm, bırak biz de çoğunluğa katılalım!” İnfilak halindeki kalbimde ben de onunla birlikte gürlüyorum, yemin ederim hemen şimdi ayağa kalkıp onunla birlikte avaz avaz bağırırdım, buradaki insanların kim olduğumu bilmeleri durdurmazdı beni, Sayınlığım, Hâkimliğim de durdurmazdı. Kalkıp avazım çıktığınca bağırırdım onunla, aya ve yıldızlara doğru; duştaki çanağın içinde halen duran küçük sabunlarına, yatağın alındaki pembe terliklerine, akşam yemeği için birlikte pişirdiğimiz spagetti bolonez’e doğru bir çakal gibi ulurdum - yemin ederim yapardım, hiçbir şeyi tınmayan bir ömür törpüsü gibi iki parmağıyla kulaklarını tıkayan şu tesellisi olanaksız cüceyi görmek zorunda kalmasaydım pekâlâ da yapardım.
Yenilgiye uğramış halde süklüm püklüm oturup kalıyorum.
Dovaleh öne eğiliyor, ellerini dizlerine yaslıyor, ağzı o iskeleti andıran gülümsemesiyle açık, yüzünden kan ter damlıyor. “Durun, yeter,” diye yalvarıyor seyirciye nefes nefese gülerek, “O kadar müthişsiniz ki, artık dayanamıyorum.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Cahit Sıtkı Tarancı - Kırık Bir Aşk Hikayesi

Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur bir şiiri var, " Abbas" adında.

Yeni Bir Yıla Merhaba Derken....

 

Zeynep Sahra - Elmalı Turta

Merhabalar Zeynep Sahra'nın Ayçöreği hikayesi Elmalı Turta ile son sürat devam ediyor. Öncelikle yeniden belirtmek istiyorum bu kitap Ayçöreğinin devam kitabı. Yani öncelikle Ayçöreğini okumalısınız.

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Naime Özeren - 23 Nisan

Bir Yaprak Sarması Meselesi