Aşağıda, küçük iskeleye vapur yanaşmıştı. Akşam yolcuları çıkıyordu. Deniz, gökyüzü, bahçeler, evler, akşamın koyulaşan uzak ve buğulu mavisinde rengi uçuk bir resmi andırıyordu. Balkonda elimizde içki bardaklarımızla mavilere bulanıp biz de biraz erimiş, hayâl insanlar olmuştuk sanki.
O zamanlar, vapurların sık sık uğrayıp Kalamış İskelesine doğru yol aldığı Moda Burnu, oldukça sessizdi. Kıyılardan denize inen sırtlarda ağaçlar vardı. Vapurların arkalarında bıraktıkları çöplere konup kalkan martılar vardı. Küçük sandallar vardı, iskeleye karnını vermiş sallanıp duran. Deniz hamamının ıslak tahtalarında koşuşan oğlanların, kızların kahkahaları, onlar atladıkça denizin fışkıran sularının sesi bize, yukarı kadar gelirdi. Arabalar azdı. Çocuklar korkusuz oynarlardı yollarda. Küçük Moda’ya yürüyüşler yapar, Koço’da akşamları toplanıp içkiye vururduk kendimizi. Çevremizde yavaş yavaş yükselen apartmanları gördüğümüzde ‘Ah burası da doluyor sonunda!’ diye üzgün söylenirdik.
Abdülrahman, “Dünya güzel, insanlar kötü,” dedi yavaşça. “Her şey bozuluyor, çok çabuk bozuluyor.” Votkasını içiyordu büyük yudumlarla, bir an önce bitirmek istercesine.
“Haydi anlat!” diye üsteledim.
Elindeki bardağa bakıyor, gülümsüyordu. Bu kez açık, rahat bir gülüş vardı dudaklarında.
“Ben,” dedi. “Şişli’den Taksim’e koşuyordum ilk zamanlar, biliyorsun abla.”
Bilmiyordum.
“Desene iş ciddileşiyor,” dedim yarı alayla. “Unutma, annem ne derdi!”
“Bir gün yere düşüp kibrit çöpü gibi alev alıp yanacağımı söylerdi.”
İçini çekti derinden.
“Yaşasaydı da neler yapabileceğimi görseydi.”
“Neler yapıyorsun Abdülrahman?”
“Şişli’den, bizim evden tünele on beş dakikada koşuyorum. Yokuştan akıp işyerine on dakikada, tam saatinde ulaşıyorum.”
Cumartesi, pazarları Şişli’den Ayazpaşa’ya, oradan Dolmabahçe’ye vurup Ortaköy’e çay içmeye gidiyormuş deniz kenarında.
“Bunu neden yapıyorsun Abdülrahman?” dedim.
Her gördüğümde sormaktan kendimi alamazdım. Birdenbire koşmasına anlam veremiyordum bir türlü.
Durakladı Abdülrahman. Neden koştuğunu kendisi de bilmiyor gibiydi.
“Hoşuma gidiyor,” dedi. “İnsanları görüyorum, koşanları daha çok. Ahbaplık ediyoruz sırasında durup. Kulüptekiler, yaşlısı, genci çok hoş insanlar. Biliyorlar.”
“Neyi biliyorlar Abdülrahman?”
Senin bilmediklerini der gibi baktı yüzüme.
Kızar gibi oldum.
“Ben burada, balkonumda, denize karşı içki tokuşturuyorum seninle. Dünyadan habersiz yaşıyorum, öyle mi? Papağanlar konuşur, hindiler düşünür gibilerden ha!..”
“Estağfurullah!” dedi Abdülrahman.
Güldüm, biraz da öfkemi saklamak için.
Gerçekten düşünüyor muydum? Gazetelerin başlıklarına bakıp güvendiğim birkaç köşe yazarını okuyup telefonlarda “Ne olacak bu ülkenin hali!” diye vızıldayıp... Utandım biraz kendimden. Konuyu değiştirmek için,
“Kimler var seninle koşanlar arasında?” diye sordum.
Rahatlar gibi oldu Abdülrahman. Gene de yüzüme bakarken gözlerini kaçırıyordu.
“Şakaydı yahu!” dedim. “Haydi söyle kimlerle koşuyorsun?”
“Benim gibilerle,” dedi.
Sakın sokakta koşarken mini şortlu kızlardan birine sevdalanıp peşine takılmasın, diye kuşku girdi içime.
Annem bu huyumu iyi bilir, söylenirdi:
“Kuşkuların yüzünden insanlara yaklaşamıyorsun! Hayatın boyunca hep yalnız kalacaksın.”
Yorumlar
Yorum Gönder
Fikirlerinizi paylaşırsanız sevinirim.