Ana içeriğe atla

Tahar Ben Jelloun - Işığın O Kör Edici Yokluğu Kitap Alıntısı

En sert, en dayanılmaz sessizlik, ışığınkiydi. Kuvvetli ve çoğul bir sessizlik. Gecenin sessizliği vardı, bir de hiç değişmeyen ışığın sessizlikleri de vardı. Uzun ve bitmeyen bir yokluk.
Dışarıda, yalnızca hendeğimizin üzerinde değil, özellikle ondan uzaklarda, yaşam vardı. Onu fazla
düşünmemek gerekiyordu, ben gene de unutmak yüzünden ölmemek için ondan söz etmekten
hoşlanıyordum. Bir şeyden söz etmek, onu hatırlamak anlamına gelmez. Yaşam, yerde sürüklenen o pis paçavra değil, gerçek yaşam, doyumsuz güzelliği içindeki yaşam, demek istediğim, basitliği içindeki, harika sıradanlığı içindeki yaşam: Önce ağlayıp sonra gülen bir çocuk, aşırı yoğun ışık yüzünden kırpıştırılan gözler, elbise deneyen bir kadın, çayırda uyuyan bir adam. Ovada bir at koşuyor. Rengârenk kanatlar takmış bir adam uçmaya çalışıyor. Bir ağaç, taşın üzerinde oturan bir kadına gölge yapmak için eğiliyor. Güneş uzaklaşıyor, hatta bir gökkuşağı bile görünüyor. Yaşam, kolunu kaldırabilmektir, ensenin arkasından geçirmek, sadece zevk için gerinmek,
amaçsızca yerinden kalkmak ve yürümek, insanların geçişini seyretmek, durmak, bir kitap okumak ya da insanın pencerenin önünde oturup kalması, çünkü yapacak bir işiniz yoktur ve hiçbir şey yapmamak pek güzeldir.
Yaşamın gürültüsünün rengârenk olduğunu ve ağaçların arasından geçerken ses çıkarttığını
varsayıyordum. Bu kaçış pek uzun süremezdi. Daha zor bir dikkat yoğunluğuna hazırlanmamı sağlayan küçük bir hoşluktu o.
İnsan ölmüş olsa da ya da ailesi tarafından öyle olduğu düşünülse de, eve dönüş yoluna koyulmak gerekiyordu. Özlem olmadan. Duygusallık olmadan.
Annemi nasıl rahatlatsam, mücadele ettiğimi ve direndiğimi ona nasıl söylesem? Onurumla dimdik ayakta kalma iradesinin bana ondan geçtiğini nasıl anlatsam? Onun içgüdülerine inancım vardı. Bu nedenle zihnimde onunla konuşuyordum, belki günün birinde, bir kâğıdın üzerine, bir kalemle ona yazacağım bir mektuptu bu, bir aracı vasıtasıyla ya da hatta belki de postayla ona ulaşacak bir mektup.
“Sevgili Yamma, bir tanem, Mumti’m, ellerini öpüyorum ve başımı omzuna yaslıyorum. Sağlığım iyi, endişelenme. Öyle sanıyorum ki, benimle gurur duyabilirsin. Senin şerefini koruyorum. Kendim dayandığım gibi, başkalarının da tahammül edilmeze tahammül etmelerini sağlıyorum. Bize çektirdikleri işkenceyi sana anlatmayacağım. Unutmaya çabalıyorum. Geceleri uyuyamadığını, aynı dağı çıkıp indiğini biliyorum, kalbine dikkat et, ilaçlarını al. Sakin ol, sinirlenmek işe yaramaz. Uzun bir tünelden geçiyorum. Hiç durmadan yürüyorum, eminim bir gün ucuna varacağım, Işığı göreceğim. Işık yumuşak olmalı, kuvvetli olursa gözlerimi kör edebilir. Sen beni bekleyeceksin, bana elinle yaptığın ekmekten getireceksin, yağa batırılmış sıcak bir ekmek. Birkaç gün sadece ondan yiyeceğim, midemin lapadan başka bir şey almaya yeniden alışması gerekecek. Yanında bir de yün battaniye getirecek ve beni bir bebek gibi saracaksın, eskiden, ben çocukken yaptığın gibi; çok hafifledim, beni kucağına alacaksın ve bana büyükannemin ninnisini söyleyeceksin. Gittikçe inancım artıyor. Dua ediyorum, Tanrı’yla konuşuyorum, kara taşı hayal ediyorum ve bazen bedenimden çıkıp durumumu uzaktan seyrettiğim oluyor. İtiraf etmeliyim ki bu huzur ânına ulaşmak çok zor. Bunu da senden öğrendim. Hatırla, babam ailenin tüm parasını çarçur edip seni üzdüğünde, bizi bir araya toplar ve o adam hakkında tek bir kötü söz söylemeden, bize kendi sorumluluklarımızı öğretirdin. Onun öfkeleri, haksızlıkları sana dokunmazdı. Sen tüm bunların üzerindeydin. Sana hayrandım, çünkü daima soğukkanlılığını korurdun. Kendini kaybetmene tek neden, en küçük kardeşimizin, senin 'ciğerinin köşesi'nin kaçamaklarıydı. Bize şöyle derdin: 'Hepiniz çocuklarımsınız ama o benim gözlerim, benim nefesim.' O da seni çok severdi. Bir günü hatırlıyorum: Oğlun okuldan dönmüş, her zamanki gibi çantasını bir yere fırlatmış ve yanına, mutfağa koşmuştu. Hizmetçi ona senin devlet kapısındaki bir işini halletmeye Rabat'a gittiğini söylemişti. Kardeşim, yokluğuna dayanamayıp elbiselerinin olduğu dolaba girdi. Elbiselerine sinen kokunu teneffüs etmek istiyordu. Dolaba kapanıp ağlaması yüzünden ateşi çıktı. Gece geç vakit geri döndüğünde dosdoğru dolaba gittin ve onu ateş içinde buldun. Acıdan iki büklüm olmuştu. Apandisiti patlamıştı. Geceyi ilkyardımda geçirdin ve ertesi gün gözünü kırpmadan işine gittin. Ufaklık ameliyat oldu, sonra her şey normale döndü.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Cahit Sıtkı Tarancı - Kırık Bir Aşk Hikayesi

Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur bir şiiri var, " Abbas" adında.

Zeynep Sahra - Elmalı Turta

Merhabalar Zeynep Sahra'nın Ayçöreği hikayesi Elmalı Turta ile son sürat devam ediyor. Öncelikle yeniden belirtmek istiyorum bu kitap Ayçöreğinin devam kitabı. Yani öncelikle Ayçöreğini okumalısınız.

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Naime Özeren - 23 Nisan

Megalodon Köpek Balığı Hakkında Bilinmeyenler

Herkese Merhabalar Bugün sizlere Megalodon hakkında bilgi vereceğim.

Bir Yaprak Sarması Meselesi