Ana içeriğe atla

Selçuk Baran - Kış Yolculuğu Kitap Alıntısı

Türkân Hanım’ın Ölümü
Gülay Kaya Anlatıyor:
Türkân Hanım'ın ölümünün üzerinden yirmi gün geçti, hâlâ kendime gelemedim. Onu pek çok seviyordum. Ama neden bu kadar çok seviyordum? Öyle az tanıyordum ki onu. Arada baş başa olmuştuk. Benimle dostça konuşmuştur. Ama yeterince değil. Aslında anlatmak, çok anlatmak, durmadan anlatmak istediği şeyi saklamak için konuşuyordu. Tıpkı benim bazen içki İçmemek için neskafeye sarılmam gibi. Öyle bir şeydi sanki. Kimden söz etmek istiyordu? Kimden mi dedim? Neden demem daha doğru olurdu belki. Birisiyle onu konuşmalıydım. Onu, benim kadar seven biriyle. Önce Oğuz geldi aklıma, vazgeçtim. Çünkü biliyordum; o, Rilke'nin şu cümlesini söyleyecekti: “Herkes kendi ölümünü ölür.” Ve aynı konuya Nietzsche'nin de değindiğini hatırlatacaktı. Ben Tomris Uyar'ın bir cümlesini tersine çevirecektim: “Yani cinayettir, intihar değil.” Böylece acımızı, edebiyat yoluyla ve entelektüelce geçiştirip yaşayan, sonra da ölen bir kadını unutacaktık Fahir Paşaya telefon edip evime çağırmanın yakışık alıp almayacağını düşünüyordum. Benden oldukça yaşlıydı, bu yüzden cesaret edemiyordum. Sonunda dayanamadım, telefon ettim; çağrıma sevindi, hemen o gün gelebileceğini söyledi. Demek ki, o da benimle konuşmak istiyordu. “Acımı ancak sizinle bölüşebilirdim,” dedim. “Onca zaman tek başıma taşımaya çalıştım. Artık dayanamıyorum. Yanınızda ağlarsam bağışlayın beni.” Sonra hemen konyak kadehlerini doldurdum. “Türkân Hanım ünlü kırmızı kokteylinin sırrını açıklamadı.” dedim. “Hoş, hiçbir şeyin sırrını açıklamadı ya!” Bir süre karşılıklı sustuk. Konyaklarımızı, kahvelerimizi yudumladık, sigara içtik. Sigarasını söndürünce Fahir Paşa yerinden kalktı, elimden tuttu, beni kanepeye oturttu, kendisi de yanıma oturdu. “Biz onunla böyle yan yana oturmaktan hoşlanırdık,” dedi. “Bakın, benimle konuşmak zorunda değilsiniz. Sessizce de oturabiliriz... Amacımız onu anmak değil mi? Plaklarınız var, görüyorum. Mozart da var mı aralarında? Bilirsiniz belki, en çok Mozart'ı severdi. Ama sakın Requiem'i çalmayın!” 
Pikaba Mozart'ın keman konçertosunu koydum, üzüntülü oldum mu, bu konçertoyu dinlerim genellikle, yatıştırır beni, Bir süre sustuk, müziği dinledik. “Aramızda yalnızca sekiz yaş fark olduğunu biliyor musunuz?” diye sordum birden. “Bakmayın, ben başka türlü yetiştim. Üniversite hayatı, Avrupa, avukatlık filan. O daha çok eskiye bağlıydı. Ne kadar özgürce davranırsa davransın, eski gelenekleri sürdürüyordu... İnceliği, her sözcüğü tartarak kullanması, sır vermezliğiyle... Oysa yalnızca sekiz yaş büyüktü benden.”
“Korkuyor musunuz yoksa?”
“Onun yaptıklarını yapmaktan değil, yapamamaktan korkuyorum belki de...”
“Ne kadar gereksiz bir korku... Onun gibi yetiştirilmediğinizi söylemiştiniz hem.”
“Bu, bir şey değiştirmez ki. Yorulacağım yaş nasıl olsa gelecektir. Bakın, bütün o ölüm öyküleri neydi, hiç düşündünüz mü? Ben çok düşündüm. Hayatının yaşamasına izin verilen parçası, o kısır, verimsiz köşe sırlarını tüketince düşüncelerini hayatla ölüm arasındaki o dar, o uzun çizgide dolaştırarak oyalanıyordu. Bana öyle geliyor.”
Hiç anlamadığı, yabancı bir dilde konuşuyormuşum gibi baktı yüzüme. “Yanlış!” diye bağırdı, “Yanlış!” İnandığı bir şeyi kendi kendine bir kez daha kanıtlamaya çalışıyordu sanki. “Türkân Hanım asla böyle düşünmemiştir. Sizin de... Sizin hayatınızın yaşamanıza izin verilen parçasının da kısır ve verimsiz olduğuna inanamam. Ah, siz gençler... Ne kadar da çok şey istiyorsunuz! Ne kadar da çok şeye hakkınız olduğuna inanıyorsunuz! Ve ne kadar kolay yıkılıyorsunuz! ... Hayatınız belki önemsizdir ama kısır ve verimsiz değil. Diyelim ki bir an için... Peki, sırlar tükenince siz ne yapacaksınız? Güldüm:  “Biraz daha fazla içki içerim belki,” dedim. “Sonra?”
“Sonra? Siz de mi sonra diye soruyorsunuz? Benim kendi kendime durmaksızın yinelediğim bir soru bu: Sonra? 'Peki ama neden?' der gibi, 'Niçin yaşamak?' der gibi... Sonra? Ah, bu sorular! Bir cevap bulup vermek elinizden gelmeyince, cevabı yaratmaya kalkışıyorsunuz. En kolayı, en çabuğu, acelenize en yatkın geleni de ölüm oluyor. Ama işin tuhafı, düşündüğünüz çare, siz adına ölüm deseniz bile, sanki bir başka şey oluyor; ölümle ilgisi olmayan yüce, kahramanca, hiç değilse gülünç bir şey... Ama hep kışkırtıcı... Bu soruyla ilk kez gençliğinizde karşılaşırsanız bir başka yol var: En geçerli ideolojiyi seçip bir örgüte girersiniz. İntihar etmek gibi bir bayağılıktan kurtulursunuz böylece. Sizi başkaları yönetir, gerekirse öldürtür!”
Fahir Paşa bir sigara daha yaktı, bir süre düşündü. Sonra, “Hayır, sizi anlamıyorum,” dedi. "Biz kendimize önem verirdik. Başkalarının ayıplamasından korkacak kadar çok önem verirdik. Kendimizde üstün yetenekler aramak gibi kuruntular taşıdığımızdan değil, hiç değil... Yalnızca insan olmak onuruna sahip olduğumuzu bilirdik. İnsan olmak onuru ise bizim bulduğumuz yeni bir şey değildi; yüzyıllar ulaştırmıştı onu bize kadar... İşte bunu iyi bilirdik, o onura saygı duymamız gerektiğini de... Sizler kendinize önem vermediğinizi sanıyorsunuz. Sizler, yani —diyelim— otuz beş yaşın altında olanlar... Oysa toplumu, hatta toptan insan yapısını değiştirecek kesin çareleri bulduğunuzu sanacak kadar gururlu ve kendinizi beğenmişsiniz! ”
“Yoo, hayır! ” diye telaşla sözünü kestim. "Benim bir iddiam yok. O kadar genç de değilim zaten.”
“O kadar genç olsaydınız eğer...”
“Yani beni soru sormama olanak vermeden yönetecek bir örgüte girecek kadar mı genç? Bir delikanlının peşinden gitmeyi bile beceremem ben. Aşk, sessiz ve gizlice gelsin diye beklerim. Tıpkı bir şiir okur gibi... Sonra hırpalamadan çeksin, gitsin.”
“Birtakım saplantılara teslim olmak yerine hayata teslim olmayı deneseniz...”
“Hayata teslim olanlara saygı duyarım, inanın. Ama nasıl desem... Sanırım, o beğenmediğiniz gururum engel buna... Hadi, bu tatsız konuyu, yani kendimi bırakalım artık. Hem içiniz rahat edebilir, yeni bir uğraş buldum: İspanyolca öğreniyorum. Harika bir dil... Artık Lorca’yı kendi dilinden okuyabileceğim.”
“Aman ne iyi! İspanyolcayı yoluna koyduktan sonra o uğursuz sorunun karşınıza dikilmeyeceğini mi sanıyorsunuz?”
“Keyfimi bozmayın şimdi! ”
“Şu sorudan vazgeçseniz olmaz mı? Geçerli bir cevap bile neyi kurtarabilir sanıyorsunuz? Newton elmanın düştüğünü görmüş, bir soru sormuş ve yer çekimini bulmuş. Siz neyi bulacaksınız?”
“Belki kendimi kendime bırakmanın yolunu.”
“İşte gene kendini beğenmişlik konuşuyor. Yaşamadıkça hiçbir yere varamazsınız ki. Öte yandan İspanyolca öğrenip Lorca'yı ana dilinden okumak, yaşamak demek değildir. Gençler toplumu yok etmenin yollarını arıyorlar; siz de kendinizi, yaşamınızı yok etmeye uğraşıyorsunuz.”
Bıraksaydım, böylece cümlelerimiz birbirini karşılamadan saatlerce konuşup duracaktık. Yerimden kalktım; pikaba Mozart'ın obualı dörtlüsünü koydum. Kendi düzenini sonsuz sabrı, yumuşak ama karşı konulmaz inadıyla sürdüren, kabul ettiren adamdır Mozart. Tüm kapılarınızı kapatır: Onun uyumlu dünyasının gönüllü tutsağısınızdır artık. Artık kışkırtmalardan korkmazsınız.
Tabii ancak bir süre için!..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Monica Mccarty - İskoç Esareti

Merhabalar İskoç kitaplarını sevmeme neden olanlara selam olsun. Normalde okuyacağımı düşünmediğim İskoç kitaplarının şu anda hastası olmuş durumdayım. İskoç Esareti'de bu kitaplardan birisi.

Naime Özeren - 23 Nisan

Piyasalarda Bugün: 26 Nisan 2024

 

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Bedelli Sermaye Artırımı Nedir?

 

Bir Yaprak Sarması Meselesi