Ana içeriğe atla

Cemil Kavukçu - O Vakit Son Mimoza Kitap Alıntısı

NASIL OLSA GİDECEKSİN

Rüyalarımda sık sık daha önce gitmediğim ama bir zamanlar orada yaşamışım gibi çok iyi bildiğim mekânlarda bulurum kendimi. Caddeler, sokaklar, evler, dükkanlar, barlar, insanlar, her şey tanıdıktır. Yine de yabancıymışım gibi gelir, tedirgin olurum. Az sonra nasıl bir durumla, kimlerle karşılaşacağımı, neler olacağını bilirim. Beni korkutan her şeyin yineleniyor olmasıdır; bir mekânın içinde kaybolmaktan çok orayı yitirmiş olmanın hüznünü yaşarım.

Yalnızca rüyalarımda ziyaret ettiğim, en çok gittiğim ve tedirgin olduğum, hatta korktuğum mekânların başında o ada gelir. Oysa ben Adalar’ı bilmem. Kısa günlük geziler dışında -ki, sayıları herhalde beşi geçmez- bir adada bulunmadım. Denizden uzak bir kasabada doğup büyüyen, yüzmeyi derelerde öğrenen biri için “ada” büyülü bir sözcüktü. Bir keresinde -on yedi, on sekiz yaşlarında olmalıyım- İstanbul’dan Yalova’ya vapurla giderken şiddetli bir lodos fırtınasına yakalanmıştık ve vapur iki saat kadar Büyükada iskelesinde mahsur kalmıştı. Çıkıp adada biraz dolaşmıştım. Sokaklarda kimseler yoktu. Rüzgâr öylesine güçlüydü ki, ağaçlar bir ayindeymiş gibi eğilip bükülüyordu. Sonra, başlarını aşağı yukarı sallayan iki atın çektiği boş bir fayton geçmişti yanımdan. Bir evin geniş pencereli salonunda, koltuğa oturmuş dışarısını seyreden, elinde büyükçe bir fincan olan beyaz saçlı, oldukça kilolu bir kadın görmüştüm. Onun beni gördüğüne emin değildim. Bir film izliyormuşum gibiydi. Gizemli bulduğum, ilgimi çeken yerdi adalar.

Rüyalarımda kendimi bulduğum ada ise bütün bunların dışındaydı ya da hepsini kapsıyordu. Gözlemlerimin yanı sıra okuduğum roman ya da öykülerdeki mekânlarda işin içine karışıyordu. Tek bildiğim, oraya yalnızca deniz yoluyla gidilebilineceğiydi. Uçaklar bir yana helikopterlerin bile inip kalkacağı bir alanı olmayan, dağlık ve çam ormanlarıyla kaplı bir adaydı. Sürekli rüzgâr esiyordu. Adı neydi, bilmiyordum. Böyle bir ada var mıydı, onu da bilmiyordum. Büyükada, Heybeliada, Burgaz, Marmara Adası, Avşa, Bozcaada ve Cunda’yla sınırlıydı gördüğüm adalar. Bu hiçbirine benzemiyordu. Mimarisi Kuzey Avrupa ülkelerini andırıyordu ama ben oralara da gitmemiştim ki! izlediğim filmler ve çocukken okuduğum çizgi romanların izi olmalıydı. Günlük yaşamını astrolojiye teslim etmiş, metafizikten batıl düşüncelere kaymış, her türlü faldan medet uman bir arkadaşım, rüyamda gördüğüm o tanıdık mekânın daha önceki hayatımda yaşadığım yer olabileceğini söylemişti. “Rüyanda kendini uçarken görüyor musun?” demişti. Görüyordum. “Nasıl?” demişti, detay istiyordu. Zıplıyor, ayaklarım yerden kesildikten sonra dizlerimi büküyor ve ayak bileklerimi tutuyordum. Havalanmam için bu kadarını yapmam yeterliydi. Sonra yükseliyor, dans eder gibi dalgalanarak uçuyordum. Verdiğim bilgiler bu konudaki görüşünü pekiştirmişti. Oralarda dolaşırken şimdiki zamanda da değilmişim, o yıllara geri dönüyormuşum. Hatta birkaç kez gelmişim dünyaya. Daha önceleri kötü biriymişim. Ama bu sonuncuymuş. Bir ödül gibi. O nedenle de iyi biri olarak gönderilmişim. Belki cezaydı, kötülüklerin kefaretini ödemeye programlanmış da olabilirmişim. Rüyalarıma zaman zaman daha önce yaşadığım yerlerin girmesi ve yakalanma korkusu yaşamam bu yüzdenmiş. Endişelenmem gerekmiyormuş çünkü bütün bunların bana bir zararı yokmuş. Çocukken okuduğum çizgi roman Teksas’ın kahramanı Çelik Blek İngilizlerden kaçarken buna benzer kasabaların dar, karanlık sokaklarında koşardı. Dik çatılı evler, iç karartıcı meyhaneler, işbirlikçi, ihbarcı kötü adamlar. Okurken ben de oralardaymışım gibi ürperirdim. Rüyalarımda dolaştığım yerler çizgi romanlardaki mekanlara benziyordu. Hatta başka yerlerle iç içe geçerek farklı bir yapıya bürünüyordu. Örneğin bitki örtüsü Ege ve Akdeniz kıyılarımızdaki gibiydi. Kırmızı ve beyaz zakkumların iki yanını süslediği, denize dik inen daracık sokaklarında kimse olmazdı. Beyaz badanalı iki-üç katlı ahşap evlerin gül cennetine dönüşmüş bahçelerinde daha önce hiçbir yerde görmediğim büyüklükte ortancalar, manolyalar, mimoza, gülibrişim ve defne ağaçları vardı. Bu biçimiyle Büyükada’ya çok benzerdi. Kapılarla pencere panjurları hep kapalı olurdu evlerin. Terk edilmiş gibi görünse de içlerinde insanların olduğunu, küçücük bir delikten dışarıyı gözlediklerini ve korkuyla bekleştiklerini düşünürdüm. Bir keresinde adanın daracık sokaklarında yürürken iki katlı eski bir taş evin girişteki küçük penceresinden, ancak o çerçeveyi doldurabilen bir atın başını görmüştüm. Göz göze geldiğimizde öylece kalmıştım. Hülyalı bakışlarıyla beni süzmüş, sonra da gülmüştü. Alaycı bir ifadeyle, “Burada ne arıyorsun?” demişti. Konuşmuştu. Oraya ait olmadığımı anlayan ata ne diyebilirdim ki. Koşarak uzaklaşmıştım. Kendimi adanın sokaklarında buluyordum da oraya nasıl gittiğimi bilmiyordum. Bir yerden gemiye binmiş olmalıydım. Nasıl bir yolculuktu? Kaç gün sürmüştü? Yoksa bir kuş gibi uçarak mı konmuştum adaya. Çünkü rüyalarımda uçabilen biriydim.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

Zeynep Sahra - Elmalı Turta

Merhabalar Zeynep Sahra'nın Ayçöreği hikayesi Elmalı Turta ile son sürat devam ediyor. Öncelikle yeniden belirtmek istiyorum bu kitap Ayçöreğinin devam kitabı. Yani öncelikle Ayçöreğini okumalısınız.

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Cahit Sıtkı Tarancı - Kırık Bir Aşk Hikayesi

Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur bir şiiri var, " Abbas" adında.

Yeni Bir Yıla Merhaba Derken....

 

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Naime Özeren - 23 Nisan

Bir Yaprak Sarması Meselesi