Ana içeriğe atla

Çiğdem Ülker - Buluşmalar Zamanlar, Kentler, Kitaplar Kitap Alıntısı

Yazarak yarını görmek, ben buradaydım demek, gelecek kuşaklara seslenmeyi istemek… İnsan türünün ne soylu bir tutkusu bu. On bin yıldır her nesil, aynı hırsla aynı hevesle bunu istemiş, kendi zamanının öyküsünü yazmış. Önce destanlar, şiirler, anonim hikâyeler, kutsal metinler, sonra öyküler, romanlar, tiyatro oyunları, felsefe metinleri ve işte hâlâ yazıp duruyor insan. Bu tutkumuz belki de bizi tanımlayacak en güçlü cümle: İnsan edebiyat yapan bir canlıdır. Önce mitolojik bir evrende hayali ülkeler kurmuş, dünya hayatını orada anlatmışız. Bu olağanüstü hikâyeler, gezegenin pek çok yerinde aynı anda anlatılmaya başlanmış olmalı.

İnsan; Anadolu’da, Afrika’da, İskandinavya’da, Doğu Asya’da, Hindistan’da, Çin’de ve her yerde korkusunu, yasını, sevincini benzer cümlelerle söylemiş olmalı. Yunan mitolojisindeki kimi figürlerle eski Türk destanları arasındaki benzerliklerin tesadüften öte çok olması, insan algısının dünyanın her yerinde ve her çağda aynı güçte ve ölçüde olması değil midir? Çin Denizi kıyısında; sudan ve ışıktan doğan Gök Tengri ile Yagız Yir Tengri’nin hikâyeleri söylenirken Homeros; İlyada ve Odysseus’un destanını Olimpos Dağı’ndan gelen tanrıların maceralarından derlemiş. Sonra şiirler, sonra masallar… Yazarı bilinmeden, yazıya geçmiş halk hikâyeleri. Doğu’da Dede Korkut’un, Batı’da Decameron’un adıyla hatırlanan söylenceler. Yazıya geçmeleri söylenmelerinden yüzyıllar sonra… Şimdilerde bir ilk romandan bahsediliyor. The Tale of Genji. Resimli bir roman ve daha IX. yüzyılda, Japonya’da Murasaki Shikibu tarafından yazıldığı biliniyor. İnsanlığın ortak edebiyat hazinelerinden biri. Japon adasındaki bin yıl önceki edebiyata, renkli resimli satırlara merakla baktım. Japon alfabesini okumak isteyerek dokundum vitrinin camlarına. Çünkü biz, sadece edebiyatın aracılığıyla kendimizi ve birbirimizi tanıyabiliriz. Gazeteler “Yapay zekâ, seslerden yüz oluşturuyor, kısa bir ses kaydından yola çıkarak o kişinin dijital görüntüsünü oluşturuyor” diye yazsa da bu görüntülerin şimdilik çok genel olduğunu da ekliyor. Zuckerberg’in olağanüstü buluşu Facebook; şimdilerde “gruba katıl” uygulaması ile “insan” türünün algoritmik portrelerini çizmeye, bu yolla milyonlarca insanı tanımaya çalışıyor. Kendimizi, kendimize anlatmanın en yeni yolları bunlar, ama edebiyatın binlerce yıldır yaptığı da zaten bu değil mi? “Okur”un ve “yazar”ın oluşturduğu bir çember, birbirimize ve gelecek kuşaklara insanı anlatmıyor mu? Bilim; ışık hızındaki internetle yapay zekâya koşadursun, duygularımız, algılarımız, sözcüklerimiz ona yetişmekte nasıl da acemi, içimiz nasıl da ağır aksak yürüyor. Geçmiş hiç geçmiyor, aklımız unutsa ruhumuz unutmuyor, ruhumuz unutsa bedenimiz hep hatırlıyor. Robotik cerrahi, kalbimizi değiştirse bile takılan yeni kalp eski şarkılarda sızlıyor.

Dünyanın dönüş hızı artsa da, zaman daha çabuk geçse de insanlık eskimiş her şeyi bu gezegende bırakıp Mars’ta yaşam alanları planlasa da biz hâlâ o eski moda canlılarız ve kendi küçük hikâyelerimizi dinlemeyi seviyoruz. Gelişmiş ultrason’undan gözlerini ayırmayan doktorum, “En sevdiğim roman yirmi beş yıldır hep aynı” diyor ve ekliyor: İhtiyar Adam ve Deniz. Ah, o küçük küçük anlarımız, hatıralarımız, hikâyelerimiz, kaderimizin sonsuzca değiştiğini, artık başka biri olduğumuzu fark ettiğimiz o kısacık farkındalıklarımız! Hepsi yazılacak, hepsi okunacak birer öykü. O kısacık anın içinde özetleniveren hayatlarımız, sebeplerimiz sonuçlarımız, coşkumuz, korkularımız, umudumuz, düş kırıklıklarımız… “Yazsam roman olur” dediğimiz hayatlarımız. Ama bu modern zamanların aklı bizden ne büyük bir sürati talep ediyor. Bütün sınavlar hızlı okumamızı, hemen anlamamızı, derhal yorumlamamızı ve yüzlerce soruyu iki saatte yanıtlamamızı istiyor. Oysaki hayat kısa yazı uzun, zaman dar, söz sonsuz. Kentler sınırlı, kitaplar sonsuz. Zaman geçiyor, her şey bitiyor, ama öyküler, ama edebiyat hep o arkada bıraktığımız sonsuz zamanı anlatıyor. Edebiyatın kalemi, geçmişten gelen yolun kıyısında durmuş geleceği yazıyor. Gezegenimizde bir gün canlı hayat sonlansa, bir nükleer savaşla kendimizi yok etsek bile edebiyat ve felsefe yapan bir tür olarak kayıtlanacağız evrenin sicil defterine. Çin’de Büyük Duvarın Önünde… Sadece Kelimelerle Aşılır Bu Duvar “Verdiğim kitabı okudun mu” diye sorar Konfüçyüs oğluna. 
“Hayır” diye yanıtlar çocuk.
“Peki, şu karşı duvarda ne görüyorsun?”
“Ne göreceğim duvar işte…”
“Eğer verdiğim kitabı okusaydın duvarın arkasını bile görebilecektin” diye sürer gider diyalog.
Çocuk, babası Konfüçyüs bile olsa bütün yeni yetmeler gibi söz dinlemez, laf anlamaz bir oğlandır ama Konfüçyüs de bütün babalar gibi ısrarcıdır. Çocuk, kitabı bitirmiş midir, duvarın ardını görmüş müdür bilinmez de aslına bakarsanız Konfüçyüs’ün işaret ettiği duvar da öyle kitapla aşılacak, üstünden atlanacak bir alçak duvar değildir. Filozofun “Duvarın ardını görmek” dediği; saf ve duru görüye ulaşmak, görünenin ardındaki sırra kavuşmak, bilgiyi duygu ile harmanlayabilmektir ki hiç de kolay bir eşik değildir. Ne burada ne de uçsuz bucaksız Çin’de, çoğumuz duvarın yanına bile yaklaşamayız Duvarlar önümüze dikilir ve diplerinde kalakalırız. Paul Eluard, “Ne yapabilirdik kapılar kapanmıştı /
Ne yapabilirdik kilitler vurulmuştu üzerimize / Ne yapabilirdik / Kent dize gelmişti” derken baskıcı dönemlerin yasakçı duvarlarını ve infaz ekibinin önündeki tutsak çaresizliğimizi söyler. Nâzım Hikmet; “ne yapabilirdik” diye yakınmaz, o yasakçı duvarları örenlere coşku ile meydan okur:
“O duvar 
O duvarınız
Vız gelir bize
Bizim kuvvetimizdeki hız 
Ne bir din adamının dumanlı vaadinden
Ne bir hülyanın gönlü yakışındandır
O yalnız
Tarihin durdurulmaz akışındandır” diyerek duvara yürür. Kafka, bireyin hapishanesini ve duvarını sevmesini, o duvarı yıkmaktan korkmasının korkunçluğunu fısıldar. Bu söylemiyle, özgürlüğün kolay iş olmadığını işaret eder. Defalarca yorumlanan metninde özgürlük korkusunu şöyle anlatır: “Ah, dedi fare. ‘Dünya her gün daralıyor. Önce öyle genişti ki, korku veriyordu bana. Yürüdüm daha, uzakta sağda solda duvarları görünce mutluluk duydum hani, ama bu uzun duvarlar öyle hızla yaklaştı ki birbirine, işte son odadayım şimdi artık, köşede de içinde yürüyeceğim kapan duruyor’
‘Yürüdüğün yönü değiştir, olsun bitsin’ dedi kedi, yedi onu.”
(Kedi ile Fare, Franz Kafka)

Yazar, korkan insanın sıkışmışlığını işaret eder ama elbette zordur, özgür olmak; yeterlilik gerektirir, eylem gerektirir ve bu sorumluluk ağır gelir çoğumuza. Yirminci yüzyılın ortasında pek çok Avrupa kentinde kurulan Ghetto’ların duvarı, neredeyse o dönemin bütün yapıtlarını etkiler, insanın insana ettiğinin simgesi olarak hafızamıza kazınır. O duvar, insanları ghetto duvarının arkasına hapseden Nazilerin üstüne yıkılır ama İkinci Dünya Savaşı’nda altmış beş
milyon kişi savaşın kurbanı olur. Arkasından Berlin Duvarı çıkagelir. Şimdi, çerçevelenmiş minik bir parçası, sevgili Itır’ın hediyesi, sevimli bir anı olarak masamda dursa da Berlin Duvarı, Avrupa tarihinin karanlık ve sevimsiz bir simgesidir. “The Wall” müziğin, sinemanın, edebiyatın sıklıkla tekrarlanan dramatik temasıdır. 2004’te Fatih Akın, Duvara Karşı filminin hem senaryosunu hem yönetmenliğini üstlenir. Bu film, görmesek de bilmesek de hissettiğimiz şeylerin öyküsüdür. Üç kuşaktır Almanya’da yaşayan insanımızın hüzünlü hayatıdır. Duvara Karşı dilini ve şarkılarını yitiren ve duvarın ardında kalıp dünyanın gerçek sesini duyamayan Türk işçilerinin acıklı anlatısıdır. Almanya’da teknolojinin doruklarını yaşayan kentlerde, bildikleri birkaç yüz sözcüğün arasına sıkışmış, dilini yitirmiş Sibel’in ve Cahit’in duvara toslayan gençliklerini izlemek, içini burkar insanın. Ve filmi seyrederken bir kez daha fark ederiz: Eğer anadilimizi yitirirsek her şeyi yitiririz. Hiçbir yere tutunamadan kayıp gider ellerimizden hayat. Türkü, “Ne ağlarsın benim çeşm-i siyahım /Bu da gelir bu da geçer ağlama” der ama duvarların yarattığı korkular hiç de kolay geçmez.

1979’da Pink Floyd, The Wall’da çağımızın korkularını soyut bir duvarla anlatır. Bu şarkıdan esinlenerek çekilmiş filmde, otoriteye biat etmiş çekiç kafalı bir çocuk ordusu, hiçbir şeye itiraz etmez, tuhaf bir yabancılaşmayı yaşar.
Ejderha’nın Dansı – Çin’in Dev Duvarı

İnsanın bu gezegendeki yolculuğunun duraklarını görmek, türdeşimizi azıcık da olsa kavrayabilmek, binlerce yılın işaretleri önünde durmak… Bütün bir kıtayı aşıp gelip Çin’de, Asya’nın en doğusundaki bu duvarın karşısında dikilmek. İki bin yedi
yüz yıl önce yapılmış bir duvara toslayıp önünde kalakalmak ve geçmişte olanı anlamaya çalışmak. Bu güneşli eylül sabahında Çin’in “Büyük Duvar”ının önündeyim. Dağın üstündeyim. Çincedeki deyişiyle “Dans Eden Ej­derha”ya bakıyorum. Duvar; bütün soyut ve somut anlamları peşine takarak ve sekiz bin kilometre boyunca kıvrılıp bükülerek yürüyor, Asya’nın içlerine doğru gidiyor. İnşaata, MÖ 221’de başlanmıştır, diyorlar, harcına işçilerin kemikleri karışmıştır diyorlar, korunma amaçlıdır diyorlar ama ne derlerse desinler hiçbiri Çin Seddi’ni kavrayabilmeme yetmiyor. 

Girişteki plakette Mao’nun el yazısıyla “Çin’de duvara çıkmayan doğru insan değildir” yazdığı söyleniyor, Çin alfabesini okumak Set’e tırmanmaktan bile zor görünüyor ama okuyamasam da Mao’nun böyle dediğine inanıyorum. Zaten evrendeki bu acıklı anlama çabamızda işaretlere inanmak belki de tek çıkar ve en kolay yol. Çin Seddi, dağlara tırmanıyor, vadilere iniyor, ovalardan kıvrıla kıvrıla geçiyor, yüzyıllardır yapıla yıkıla yürüyüp gidiyor. En eski Türk atasözleri “Dağ ne denli yüce olsa yol üstünden aşar” diyor ama Kültigin’in askerleri bile kolay kolay aşamamış bu duvarı. Ben de daha ilk kulede yorulup kalıyorum, Pakistanlı bir turist grubunun birlikte fotoğraf isteğine “Olur” diyorum.
“Çinliler bu duvarı Türk akınlarından korktukları için yaptılar” yorumu ne tuhaf bir cümle. Ah, keşke bu “korkunç akıncı” sıfatını çürütecek şeyler söyleyebilsek… Duvarın yapılmaya başlandığı zamanlardan daha çok şey hatırlayabilsek… İlk dönemin koşuk, sagu, sav denen Türkçe şiir metinlerine sığınarak kendimizi savunabilsek…
“Yasak Şehir”in Mahpusu
“Tanrım bana kitap dolu bir ev ve çiçek dolu bir bahçe ver”
cümlesini, çocukken Konfüçyüs’ün alçak gönüllü bir duası gibi algılardım. Filozof, az şeyle yetinmenin, sadelikle mutlu olmanın erdemini anlatıyor sanırdım. Ormanların henüz yanıp yakılmadığı o eski zamanlarda, Muğla’da Günnücek Ormanı’ndaki tabelalarda böyle felsefi cümleler yazardı. Meltem’le el ele tutuşur, ağaçların arasında dolaşır, her birini dikkatle okurduk. Sonraları Filozof’un bu dilekle aslında dünyanın her şeyini istediğini fark ettik. Toprağı, doğayı, evi barkı, huzuru, sağlığı ve en önemlisi bilgiyi istiyordu Konfüçyüs. Şimdi işte filozofun kenti Pekin’deyim, Konfüçyüs’ün çiçek dolu evinin değil ama imparator evinin konuğuyum. “Yasak Şehir”deyim. “On Bin Yılın Efendisi”nin, “Cennetin Oğlu”nun, Çin imparatorunun bulutsuz cennet sarayı’ndayım. Bunun, az yaşanan harikulade bir an olduğunun farkındayım. Bernardo Bertolucci’nin burada çektiği Last Emperor’un unutulmaz finali aklımda. Seyrettiğim etkileyici filmlerin belki en başta geleni. Şimdi burada bir kez daha anlıyorum ki insan ve zaman sadece sanatçının dokunuşuyla, sadece onun bakışıyla görünür oluyor. İki bin yıl boyunca, taşın, toprağın, ahşabın altında kaybolmuş kadınlar, erkekler sanatçının aracılığıyla onun diliyle yeniden konuşabiliyor ve kendilerini anlatabiliyorlar. Filmden tanıdığım zarif yüzlü İmparator Pu Yi’yi düşünüyorum. Filmde Bernardo Bertolucci’nin kamerası Pu Yi’nin peşinde dolaşıyor. O, efsanevi Çin’in komünizm öncesi son imparatoru ve Yasak Şehir’in tek mahkûmudur. Tarihsel depremin altında kalan talihsiz bir adamdır. Pu Yi’nin bu saraydaki sürgünlüğü ne Napolyon’un Saint Helen adasındaki sürgününe ne de Abdülhamit’in Beylerbeyi Sarayı’ndaki sürgününe benzer. Yönetmek hırsıyla dolu, iktidar için yetiştirilmiş bir genç adamdır ama Yasak Şehir’den dışarı adım bile atamaz. Yaşaması, sadece orada mümkündür. Çin’deki devrim hükümeti, onu öldürmeye cesaret edemez ama saraydan dışarıya çıkmasına da izin vermez. Pu Yi, Yasak Şehir’de sanki hâlâ yaşıyor. Edebiyatın ve sinemanın kudreti onu burada Yasak Şehir’de ölümsüz kılıyor. Last Emperor sonsuza kadar kendi evinde yaşıyor. Filmin son sahnesinde artık sadece bir bahçıvan olan Pu Yi, saraya bir ziyaretçi olarak gelir, odalarda şaşkın ve çekingen dolaşır. Kabul salonuna gelince başköşedeki taht’a usulca sokulur. Bekçilere görünmeden tahtı okşar ve elini bir zamanlar oturduğu tahtın kolçağındaki gizli bir bölmeye sokar. Aradığını bulur. Elli yıl önce oraya sakladığı çekirge hâlâ oradadır. Çıkarır, şimdi Pu Yi ve çekirgesi göz gözedir. Son İmparator, sarayın bahçesine çıkar, müzeyi neşeyle gezen küçük öğrencilere bakar ve avucundaki çekirgeyi devrimin sembolü kızıl fuları takan bir çocuğa verir. Tüylerimiz diken dikendir. Ne Pu Yi’yi ne Çin’i ne bu ülkenin binlerce yıllık tarihini biliriz ama filmin iletisini yine de anlarız. Yönetmen B. Bertolucci, 1987’de çektiği filmin son sahnesiyle belki biraz da Mao’nun “Kültür Devrimi”ne üstü kapalı bir eleştiride bulunmaktadır. 1,3 milyarlık dev nüfusuyla muazzam bir değişim yaşayan, eskiden ve klasikten kurtulmak isteyen ve Kültür Devrimi sürecinde on yıl (1966-1976) hızla dönüşen Çin’de, derindeki köklerin kolay kolay ölmeyeceğini hissettirir. Çekirge, kutudan çıkmak üzereyken film biter. Pu Yi, gerçekten de 1967’ye dek Pekin’de sıradan bir yurttaş olarak yaşamış ve orada ölmüştür. Ama Bertolucci’nin kurgusal Pu Yi’si, izleyiciye; toplumsal devinimin içinde, toz duman arasında doğru yolu bulmaya çalışan, çoğu kez yanılan, yaradılışının dışına çıkamayan, kaderine hapsolmuş bir insanın dramını anlatır. Son İmparator Pu Yi’nin koşusu da –çoğumuzunki gibi kaderin büyük duvarını aşmaya yetemez. Ta ki bir sanatçının eli
ona değip ışığını ona tutuncaya ve altında kaldığı tarihin tozlu duvarını yıkıncaya kadar. Mo Yan ve “Kızıl Darı Tarlaları”yla Gelen Nobel…
2012’de Stockholm’de Nobel Edebiyat Komitesinin sözcüsü Per, “Düşsel gerçekle halk hikâyelerini, tarihi ve şimdiyi kaynaştırmaktaki ustalığı nedeniyle” ödülü Çinli yazar Mo Yan’a sunar ve Komite’nin Nobel gerekçesini şöyle açıklar: “Mo Yan, bireyi kimliksiz insan yığınlarının arasından çekip ortaya çıkarıyor; olayları alaycı ve iğneleyici bir üslupla tarihi çarpıtmalara, yoksunluklara ve siyasi riyakârlıklara karşı çıkıyor.”
Kızıl Darı Tarlaları, (Can Yayınları, 2013) Mo Yan’ın okuduğum ilk kitabı, Türkçeye çevrilen ilk eseri de bu. (Çevirmen: Erdem Kurtuldu) Roman, Çinli Shandong ailesinin üç kuşağının (1923-1976) öyküsünü, Japon işgalini, Komünist Devrimi, Kültür Devrimi fonunda işler. Devrimin önderi Mao Zetung’un da şiirler yazmış olması bu ülkede hiç aykırı durmuyor. Devlet adamlarının şair olması, Şanghay’ın New York’a meydan okuyan gökdelenleri gibi, Çin’de doğal bir şey. Zaten ta imparatorluk döneminde her toplantıda şiirler okunur, memurların şiir yazması şart koşulur ve terfi etmeleri de yazdıkları şiirin iyiliğine bağlı olurmuş. Çin’de şiirin hâlâ egemen olması; kalabalıktır sandığım kentlerin neredeyse tenha olması; genç Çinlilerin Apple’ın önünde kuyruk olması gibi bir gerçek… Teknoloji ve şiir kol kola geziyor Pekin’de Şanghay’da, Xian’da… Üstelik Çin’in Büyük Duvarı’nın, –Çin Seddi’nin– önünde dururken bir kez daha anlıyorum ki zamanı aşabilen tek şey “kelimelerimiz.” On bin yılın imparatoru Pu Yi de olsanız, mezara kendinizi koruyacak bir ordu seramik heykel gömen Qin Shi Huang da olsanız işte zamanın içinde eriyip gidiyor her şey. Adımız unutuluyor, su yutuyor, toprak örtüyor, ateş yakıyor, duvarlar yıkılıyor. Zamanın o ölümcül duvarını sadece kelimelerimiz aşabiliyor. Sadece kelimelerimiz sonsuza dek kalıyor. Sözle, şiirle, edebiyatla geçiyoruz zamanın zorlu duvarından…

Mao Zetung’un şiiri Eray Canberk çevirisiyle şöyle diyor:
“Uzamış boşlukta ve yöneten dünyayı / Dev Kuanluan, yeryüzünün bütün güzelliklerini görmüş / Üç milyon beyaz jad askeri daha buradan çıkar / Bütün gökyüzü buz kesiyor soğuktan / Yazın, çözülmesiyle buzların / Irmaklarımız taşıyor / İnsan; balık ya da kaplumbağa yerine konuyor / Değerleri ya da binlerce yıllık suçları için / Kim getirdi doğru dürüst bir yargıyı /Ama şimdi sana söylüyorum, ey Kuanluan / Bu denli yüksek olma, bu denli karlı olma / Sırtımı dayayıp gökyüzüne çekemem kılıcımı / Seni üç parçaya bölmek için / Parçalarından birini Avrupa’ya verirdim / Birini Amerika’ya / Ve birini de Çin için saklardım / Barış içinde dünya / Bütün toprak sıcaktan da soğuktan da alırdı payını” Xian’dan bindiğim uçak kuzeye doğru yükseliyor. Eğilip bakıyorum. Çin’in Büyük Duvarı şimdi belli belirsiz, cılız bir dere gibi görünüyor ve uçak hızla yükselince de gözden kayboluyor. Konfüçyüs sanki yanımdaki koltukta oturuyor, kulağıma “Kelimelerin kuvvetini anlamadan insanların kuvvetini anlayamazsın” diye fısıldıyor. Elimde Modern Çin şiirinin öncülerinden Zheng Min’in şiirleri var. Lirizm, toplumsal gerçekçilik ve felsefi düşünce onun poetikasını oluşturuyor ve kendi deyişiyle şiirlerini “bol imge” ve “felsefe” ile buluşturuyor. Pencereyi kapatıyorum ve “Uzaklara Bakmak” adlı şiiri hostesin getirdiği kırmızı şarabı yudumlayarak okuyorum. “hava en ağır maddeye dönüşür / bir iz ya da bir gölge bırakmadan / çözülür kutsal altın kaide / hatta kanatlar büyütür çocukların ayaklarını / uzaklara bakarlar, uzaklara uçarlar / rahatlarını bozmaz yakınlarındaki çöp / eve en yakın olan gerçek / uzaktaki gök gürültüsü ve şimşek ateşi / herkes unutkanlığın şarabını içti / ve gözlerini dikti uzaktaki yoğun sise / İkarus gibi eriyebilir korkusuz kanatlar / yağmur gibi yağmaya başlar bedenler.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Tüm Zamanların En Güzel Kadını : Prenses Fevziye

Kavalalı Mehmet Ali Paşa soyundan, Mısır'ın ilk kralı Fuad'ın kızı; yine Mısır'ın son kralı Faruk'un kız kardeşiydi Prenses Fevziye.

Sait Faik Abasıyanık - Karlı Hava

Kul Plan Yaparken, Kader Gülermiş!... 1. Bölüm

 

22 Nisan 2024 Pazartesi Altın Fiyatları

 

Cahit Sıtkı Tarancı - Kırık Bir Aşk Hikayesi

Cahit Sıtkı Tarancı'nın meşhur bir şiiri var, " Abbas" adında.

Yeni Bir Yıla Merhaba Derken....

 

Zeynep Sahra - Elmalı Turta

Merhabalar Zeynep Sahra'nın Ayçöreği hikayesi Elmalı Turta ile son sürat devam ediyor. Öncelikle yeniden belirtmek istiyorum bu kitap Ayçöreğinin devam kitabı. Yani öncelikle Ayçöreğini okumalısınız.

Radyo Tiyatrosu - Kaplumbağa Sever misiniz?

 

Naime Özeren - 23 Nisan

Megalodon Köpek Balığı Hakkında Bilinmeyenler

Herkese Merhabalar Bugün sizlere Megalodon hakkında bilgi vereceğim.